Genel
Yaşayan Bir Proje: Olivelo Ekolojik Yaşam Parkı

İzmir yaklaşık 4.5 milyonluk bir şehir. Bir metropol. Üzerinde yaşayan tüm sakinleriyle bir tabiat şehri. Bir metropolün sunduğu imkanlara sahip olarak doğayla iç içe yaşamak isteyenlerin yurdu. Tempo değil ahenk var ruhunda. Hırs değil uyum. Ve özgürlük var havasında, denizinde, doğasında. Ege’nin eşsiz zeytin ağaçlarıyla taçlanmış bir özgürlük. Doğaya çevrilen pedallarla her hücrede hissedilen türden.
Olivelo – İzmir Kent Çeperinde Ekolojik Ortak Yaşam Alanı da bu hissin bir parçası. Proje, kadim üretim havzalarını koruyan, ortak yaşam odaklı, doğadan öğrenmeyi benimseyen, yerel hafızanın aktarımını önemseyen bütüncül bir bakışın ürünü. “Nitelikli Doğal Koruma Alanı” ve “Sürdürülebilir Koruma ve Kontrollü Kullanım Alanı” statüsünde bulunan bir alanda hayata geçecek olan Olivelo, kentsel dokunun doğayla sınır olmadan bağlanmasını amaçlıyor. Bu amaç doğrultusunda ekolojik dengeyi korumayı birinci öncelik yapan projede, kadim zeytin ağaçlarına kentin selamını getirerek pedallanabilecek.

Kırsal alanın, kent ile bütünlüklü bir ekolojik ağ oluşturmasını sağlamak istediklerini belirten İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, proje hakkında uluslararası hedeflerini ve koruma kapsamını şu sözlerle ifade etti:
“Bu proje sayesinde bir yandan şehrimizin Akdeniz havzasındaki en önemli kimliklerinden birini oluşturan zeytin üretim alanlarında güçlü bir koruma sağlarken, öte yandan bu alanın Avrupa Bisikletli Turizm Ağı, EuroVelo ile entegre edilmesini mümkün kılacağız. İzmir Büyükşehir Belediyesi; dağları, nehirleri, ovaları, deltaları, kadim üretim havzaları gibi milyarlarca canlının ahenk içindeki yaşam alanlarını savunma ve koruma mücadelesini, kendimizle beraber tüm varlıklar için önemli bir görev olarak addediyor.”
Başkan Soyer’in sözünü verdiği “35 Yaşayan Park”tan biri olan Olivelo Ekolojik Yaşam Parkı, Cittaslow metropol sürecinde İzmir’deki karbon salımını azaltmak ve doğa dostu ulaşım araçlarına teşvik etmek için de önemli bir rol oynuyor.

Yerel halkı ve toprağı tanıyarak bölgenin ruhunu kavramak, Olivelo projesinin yaşayan önceliklerinden. Projenin ağırlık merkezi de tam olarak bu anlayışta. Bölgeyi kendi haline bırakarak müdahale etmek ve bir şeylerin sıradan olmasını göze alarak ilerlemek… Çünkü doğaya yapılan her bir somut etki iz bırakır. Ve biz doğayı olduğu gibi, kendi halinde seviyoruz. Ekolojik denge sağlanırken tabiatı anlamak bu noktada büyük önem taşıyor. İzmir Büyükşehir Belediyesi de bu bilinçle kent ve kırsal kesimi doğada birleştirmeyi, merkez ile çeper arasındaki kalın çizgileri inceltmeyi amaçlıyor.
Olivelo Ekolojik Yaşam Parkı, kapsamı ve amaçlarıyla tam bir İzmir projesi. İçinde doğayı, sevgiyi, özgürlüğü, üretimi, huzuru barındıran; 57 hektarlık saydam bir geçiş noktası.
Nedeni ise çok basit. Çünkü İzmir böyle bir şehir.

Gelecek
Sinemaya Sahip Çıkan İzmirli: Henri Langlois

Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’na katılmasının üstünden henüz iki hafta geçmiş, ülke toplumsal bir kaosa bürünmüştü. Halk endişe içinde gelecek haberleri beklerken, kış tüm ıssızlığıyla İzmir’i sarmış, sokaklar git gide yalnızlaşmıştı. İşte böyle bir ortamda, 13 Kasım 1914’te, henüz sinema tarihine bırakacağı izden habersiz gözlerini açmıştı dünyaya Henri Langlois. Bu küçük çocuğun, tutkusunun peşinden koşmayı asla bırakmayarak bir ikona dönüşeceğini kim bilebilirdi ki?

Küçük yaşta ailesiyle birlikte Fransa’ya göç eden Langlois, pek parlak geçmeyen öğrencilik yıllarının ardından tüm odağını, hayatı boyunca birlikte nefes alacağı sinemaya verdi. Özel fonlarla oluşturmaya başladığı film arşivi, yıllar geçtikçe büyüyecek ve Fransa devletinin finanse ettiği dev bir hazine halini alacaktı.
Bu hazinenin ilk somut adımı 1936 yılında atıldı. Henüz elinde on adet film varken, Jean Mitry ve Georges Franju ile birleşerek Cinémathèque Française’i yani Fransız Sinemateki’ni kuran Langlois, kısa süre içinde Avrupa ve Amerika’ya ait 50 bin filmi gerek restore ederek, gerekse yok edilme tehlikesinden koruyarak arşivine kazandırdı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi işgalindeki Paris’te bulunan Langlois, Chaplin’in Nazi eleştirisi olan The Great Dictator filmini korumayı başararak bugün unutulmaz diye bahsedebilmemizi sağladı.

Langlois, Fransız gençlerine sinemayı sevdiren insan olarak kabul ediliyor, kitlelerin ona olan desteği günden güne daha da büyüyordu. Bu büyüme 1968’de, Fransa Kültür Bakanı Andre Malraux’ı iyice rahatsız etmeye başladı. Malraux, Langlois’ya ayrılan fonu keserek “küstahlığı ve çok sıkı kuralları” nedeniyle kovmak istedi. Bu durum belki de sinemanın en büyük başkaldırışına sebep oldu. Kültür bakanına tepkiler çığ gibi büyüyor, Hitchcock, Kurosawa, Fellini gibi büyük yönetmenlerden destek telgrafları geliyordu. Hatta bu ayaklanma dünyanın en prestijli film festivallerinden biri olan Cannes Film Festivali’nin bile durdurulmasına sebebiyet verdi. En sonunda Malraux baskılara dayanamadı ve Langlois’e görevini iade etti.

Henri Langlois’nın Fransız Sinemateki’ni nasıl gördüğünü şu sözlerinden anlayabiliriz,
“Sinematek bir bakıma Louvre ile Modern Sanatlar Müzesi karışımıdır.”
Bugün bildiğimiz çoğu filmi onun sayesinde izliyor olsak da, Langlois bu yönüyle yalnızca bir film arşivcisi olmadığını açıklıyor. O, sinemaya dair her şeyi seviyordu. Kameralardan kostümlere kullanılmış ve manevi bir değeri olan parçalardan oluşan bir koleksiyonun sahibiydi aynı zamanda.
Kanada’da Montreal Üniversitesi’nde Sinema Tarihi dersleri de veren Langlois’nın, 1965 yılında açılan ve tek yabancı şeref üyesi olduğu Türk Sinemateki’nin kurulmasında da emeği büyük.
Rivayete göre sinemanın her daim özgür bir alan olarak kalmasını savunan Langlois’nın Türkiye’ye dönmeyi reddetmesinin arkasında yatan en büyük sebep Yılmaz Güney’in o dönem hapiste olması. Ne kadar doğrudur bilinmez ama Langlois’nın beyazperde tutkusunu düşündüğümüzde gayet geçerli bir sebep gibi görünüyor.

1974 yılında, Sinematek’te yaşamı boyunca yaptığı çalışmalar nedeniyle Akademi tarafından Onur Ödülü’ne layık görülen Henri Langlois’yı biraz daha yakından tanımak isterseniz Jacques Richard’ın hazırladığı Henri Langlois: Phantom of the Cinematheque (2004) belgeselini izleyebilirsiniz.
Eylül ayında İzmir’de ilki düzenlenen Akdeniz Sinema Günleri ise bu büyük sinema insanına saygısını her yıl onun adına vereceği ödülle sundu. Bu sayede Henri Langlois, doğduğu şehir olan İzmir’de yaşamaya devam edecek.
Sinemanın büyük koruyucusu Henri Langlois’ya saygılarımızla…

Genel
FUAR DEYİP GEÇME, ORADA BİR KALP ATIYOR!

Koskoca bir alan… Ortalık toz toprak… Yanmış, yıkılmış evlerin molozları… Yol, sokak kalmamış artık. Bir zamanlar bu mezbelede insanların yaşadığına da inanmak zor. Rüzgâresince dile geliyor sanki molozlar…
Öyle bir mezbele ki; nasıl kaldırılır, sonra ne yapılır kimse tahmin de edemiyor. Bazı işten anlayanlar da “Ooo yıllar sürer buraları düzeltmek!” diyor. Ama atlanan bir ayrıntı var… Bu alan sıradan bir alan değil, o yıkıntılar dünyanın her yerinde görülebilecek yıkıntılar değil. Ve bu alanın “sahipleri” de öyle sıradan insanlar hiç değil.
Burası İzmir…
Emperyalizmin işgalinden, eşi benzeri görülmedik bir millet seferberliğiyle kazanılan zaferin bedelini ödeyen şehir İzmir.

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, 9 Eylül akşamı Belkahve’den kente bakarken iç geçirip “Bu kente kötü bir şey olsun istemem.” demişti. Ama oldu… Sömürgeci emperyalizm, İzmir’i terk ederken, şehir adeta “kim vurduya” gitmiş ve önemli bir kısmı yanmış, kül olmuştu. Tek teselli vardı muzaffer İzmir’de, o da Kadifekale’den Sarıkışla’ya, Hükümet Konağı’ndan Pasaport’a gönderlerde dalgalanan ay yıldızlı al bayrak!
Peki, ödenen bedel olan yakılan yer ne olacaktı?
Muzaffer Başkomutan ne demişti ilk İktisat Kongresi’nde? “Siyasî, askerî zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar, iktisadî zaferlerle desteklenmezse payidar olamaz, az zamanda söner.”
Bu sözler İzmir’de “emir” telakki edildi. Zamanın Belediye Başkanı Behçet Uz düşündü, sordu soruşturdu, araştırdı ve kararını verdi. Gerekirse yine bedel ödenecek ama bu alan mezbelelik kalmayacaktı. Öyle bir alan tertip edilecekti ki, hem okul hem ticarethane hem sanat merkezi hem doğanın aynası hem de ulusal devrimin dünyaya açılan penceresi olacaktı.
Oldu da…
Hem de öyle bir oldu ki… Dünyanın birbirine girdiği yıllarda bile İzmir Fuarı düşmanları yanyana getirdi.

İzmir Fuarı çok kısa sürede ününü İzmir’den Ege’ye, Türkiye’den dünyaya taşıdı. Bir yaşam biçimi haline geldi. İzmir Fuar ile, Fuar İzmir’le anılır oldu. O kibirli dünya devleri sıraya girdi peş peşe. “Ben buzdolabı getiriyorum, ben televizyon getiriyorum, son model otomobil bende, kuluçka makinemi dünya tanımalı, ey ahali bakın jeneratör de benden.” yarışları başladı.
Sanatçılar için de önemliydi, çok önemliydi Fuar. Zeki Müren en şaşırtıcı kostümlerini Fuar için diktirirdi, Müzeyyen Senar,Fuar heyecanını aylar önce duymaya başlardı.

İzmirliler, Manisalılar, Aydınlılar, Denizlililer Fuar yaklaşınca “kenara para” koyarlardı, yeni elbiseler alırlardı. Saat planları yaparlardı aralarında “Saat 3’te gireriz, hayvanat bahçesine mutlaka gideriz, sonra Palmiyeler’de iki kadehle yarım kızarmış tavuk yeriz ve gazinoya geçeriz.”
Gazinolar dolar taşardı. Piyale önünde kuyruk olurdu upuzun. Mesele de bildiğiniz “spagetti.” Büyükler “makarna-bira” küçüklerse “makarna-Cincibir” sefası ederlerdi.

Lunapark da özeldi… Her yıl “yeni oyuncaklar” gelir, önce binilmeye korkulur sonra da inilmezdi. Çocuklar “Ona da bineceğim, buna da bineceğim!” yaygarasıyla annelerinin eteklerini çekiştirirlerdi. Korku tüneli ilk yapıldığında “Aman diyeyim çok korkunç, şeytanın mızrağı bana çarptı!” kelamlarıyla teşvik vardı.
Dedim ya İzmir’in Fuarı “özeldi…” “Amerikancı” vatandaşlar ABD pavyonuna giderken göz ucuyla SSCB pavyonuna bakarlardı “tanıdık komünist” görmek için. SSCB pavyonuna girenler çok ciddi yüz ifadeleriyle, ABD pavyonuna girenler de gülüşlerle karşılaşırdı. Her yıl İngiltere pavyonuna “kraliçe” gelecek diye beklenirdi.
Yaşamdı Fuar… Öğretmendi… Kazandırandı Fuar… Barıştırandı… Buluşturandı Fuar… Doyurandı… Yüceltendi Fuar…

Fuar’ın ne anlama geldiği, çimlerin üzerindeki taşlara yıllar yıllar önce kazınan satırlarda gizlidir.
İzmir de, Türkiye de fuarın değerini, verilen İstiklal Savaşı’nınzorluklarından çıkardı. Bizim fuarımız asla başka ülkelerin “yeşil parklarıyla” kıyaslanamaz. Bunu yapanlar bilin ki, fuarımızın bulunduğu alanın hep mezbelelik kalmasını isteyen emperyalistlerin kuklasıdır.
Daha nice yıllara Mustafa Kemal kokulu Fuarım!
Fuar’da atan kalp, Mustafa Kemal’in kurduğu Cumhuriyet’in kalbidir!

Genel
İzmir Tarımı Geliştirme Merkezi’nde Yarınlar İçin Umut Var

Dünyanın bize sunduğu kaynakları öngörüsüz biçimde kullanırsak geleceğimiz yok olacak. Bu farkındalığa çok geç olmadan ulaşmamız gerekiyor. Suyumuz tükenmek üzere, topraklarımız verimsizleşti, iklimler değişiyor, dünya hasta ve biz hiçbir şey yapmazsak yakında geri dönüşü olmayan bir yola girecek. Bu noktada yerel yönetimlerin doğa dostu politikaları, toplum bilinci açısından büyük bir misyona sahip. İzmir, özellikle son iki yıldır, bu misyonu yönetim felsefesi yapmış durumda. “Başka Bir Tarım Mümkün” inancıyla başlayan İzmir Tarımı, ülkemizde yıllardır bu alanda yapılan yanlışlara dikkat çekerek geleceğe yaşanabilir bir Türkiye bırakmak adına durmadan çalışıyor. Burada söz konusu sadece İzmir değil. Doğru tarım politikalarıyla kuraklık ve iklim değişikliğine karşı tüm Türkiye olarak durabilmek.
Bunun için atılan en önemli adımlardan biri ise geçtiğimiz günlerde açılışı yapılan İzmir Tarımı Geliştirme Merkezi. Horizon yarışmasına başvurarak Avrupa Birliği’nden iklime duyarlı mimari projeler kapsamında fon alan İzmir Büyükşehir Belediyesi, Gediz Deltası’na inşa ettiği bu merkez sayesinde birçok alanda çiftçiye ve üreticiye destek oluyor.
Yapılan araştırmalara göre 2080 yılında Türkiye’yi ciddi bir kuraklık bekleniyor. Boş toprakların ve verimsiz arazilerin tüm ülkeyi saracağı yönündeki bu senaryonun gerçekleşmemesi için tarımda modern ve doğa dostu tekniklere ihtiyaç var. Topraksız tarım, damla sulama gibi tekniklerle sürdürülebilir tarımın mümkün. Tabii sadece doğa dostu teknikler yeterli değil. Suya daha az ihtiyaç duyan atalık tohumlar da susuzlukla mücadelede büyük önem taşıyor.
Üç ayrı binadan oluşan İzmir Tarımı Geliştirme Merkezi, potansiyeli ve misyonuyla geleceğe dair güçlü bir umut ışığı. Giriş kısmında yer alan kütüphane, merkeze, araştırma ve bilgi edinme olanakları sağlıyor. Tarım, çevre, doğa, iklim ve benzeri konularda derin bir kaynağa sahip olan kütüphane aynı zamanda online evrensel kitap ağıyla da birçok uluslararası kaynağa erişimi mümkün kılıyor. İkinci kısımda ise karşımıza marka tasarımını ve ihracatı sağlayan bölüm çıkıyor. Logo, ambalaj gibi konularda kooperatiflere ve küçük üreticiye ücretsiz destek sağlayan bu bölüm, sahip olduğu ihracat birimiyle de üreticinin ürününü yurt içi ve yurt dışında nasıl pazarlaması gerektiği konusunda danışma merkezi işlevi görüyor.
Biyocoğrafya laboratuvarında ise tarım alanında uzman bir ekiple çalışan İzmir Tarımı Geliştirme Merkezi, üreticiye birçok açıdan danışmanlık desteği sağlıyor. Bu ekip, gelen üreticiye tamamen ücretsiz olarak üretim yaptığı arazinin yüksekliğine, toprak yapısına, hangi cepheye baktığına, yıllık rüzgar ve güneş ışığı alımına dair verileri ortaya koyarak nasıl tarım yapması gerektiği, o coğrafyaya en uygun ürünlerin hangileri olduğu konusunda bilinçlendiriyor. Konferans salonuyla tarım konferanslarına ev sahipliği yapabilme potansiyeline de sahip merkez ekopazar alanıyla ilerde üreticilerin ürünlerinin de sergileneceği, tadımların yapılacağı bir meydana da sahip.
Üç seradan oluşan sera bölümü ise tüm dünyada değişen iklim şartlarına karşı modern tarım teknikleriyle üretimin devamlılığının nasıl sağlanacağını gözler önüne seriyor. İlk serayı gören insanlar bir anda şoka uğruyor. Kuraklık senaryosunun canlandırıldığı ilk serada, eğer yanlış tarım politikaları devam eder, sulama kontrol altına alınmazsa karşımıza çıkacak sonuç tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor.
Ayrıca merkezdeki tüm bitkiler mevcut durumun bozulmaması ve kuraklığa çözüm olabilmesi için geleneksel tarım yöntemleri kullanılmadan yetiştiriliyor. Topraklarımız, tüm tarım sistemleri olabildiğince optimal seviyede kullanılmazsa günden güne verimsizleşecek. Tarımı yaşatmak adına modern tarım tekniklerine teşvik eden merkezin seralarında bu uygulamaları canlı olarak görmek mümkün. Bunun örnekleri kuraklık senaryosunun hemen ardından ikinci serada karşımıza çıkıyor. Topraksız tarım ve damla sulama yöntemleriyle üretimde tam kontrol sağlanan serada normal tarım alanına göre 10-15 kat daha fazla ürün üretme potansiyeli de var.
İkinci serada karşımıza çıkan yatay üretim teknikleri, üçüncü serada yerini dikey üretim tekniklerine bırakıyor. Seralarda toprak yerine cocopit adı verilen hindistan cevizi kabukları kullanılıyor. Cocopit, topraklar gibi hemen suyu emmeyip bir süre tutuyor ve bu nedenle her gün sulanması gereken bir bitkiyi iki günde bir sulamak yeterli oluyor.
Merkezde güneş enerjisi paneli ve yağmur suyu depolama alanı mevcut. Merkezin tüm elektriği ve suyu bu sistemlerle sağlanıyor. Ayrıca güneş enerjisi panellerinin farklı bir türü daha deneme aşamasında. Bu sistemle ise merkezin ısınması amaçlanıyor.
Kısacası İzmir Tarımı Geliştirme Merkezi, bir ilke doğrultusunda, gelecek için bizimle. Buradaki asıl amaç bilinçsiz üretime bir yol gösterici olmak. Üreticinin elinden tutarak birlikte büyümek. Doğru tarımı, başka bir tarımın mümkün olduğu inancıyla Türkiye’nin her yerine yaymak. Çünkü biliyoruz ki “Başka Bir Tarım Mümkün” ve İzmir Tarımı Geliştirme Merkezi gibi kar amacı gütmeyen yol gösterici kurumlarla bu ihtimal her geçen gün gerçekliğimiz olmaya daha da yakınlaşıyor.
