Manşet
Sabanı kılıca tercih ettik: İzmir İktisat Kongresi

İşgal edilmesiyle Kurtuluş Savaşı’nı başlatan ve bağımsızlık mücadelesinin bayrağı hâline gelen İzmir, 9 Eylül 1922’de, kurtuluşuyla da zaferin simgesi oldu. Tarihin bu kadim şehre biçtiği öncülük görevi, millî mücadelenin kazanılmasından sonra da devam etti. İzmir, 17 Şubat 1923’te, ne yazık ki şimdi olmayan Hamparsumyan Han’da yapılan İktisat Kongresi’ne ev sahipliği yaptı. Tarihimizde ilk olma özelliği taşıyan bu kongre, kurulmakta olan yeni devletin tam bağımsızlık yolundaki temellerini oluşturma hedefiyle toplandı.
Dönemin İktisat Vekili Mahmut Esat (Bozkurt) Bey’in önerisiyle toplanmasına karar verilen kongre hakkında kamuoyu ilk kez, 5 Ocak 1923 tarihinde, Vakit Gazetesi’nde yer alan bir haberle bilgilendirildi. Çalışmalar, zaman kaybedilmeden başladı. Toplanma yeri olarak önce Karataş’taki eski İttihat ve Terakki binası düşünüldü. Ancak yetersiz kalacağı gerekçesiyle vazgeçildi. Ardından kongrenin yeni adresi olarak, Gümrük civarında yer alan ve daha önceleri Osmanlı Bankası’nın deposu olarak kullanılan Hamparsumyan Han seçildi. Tütün ve incir işletmesi hizmeti veren bina, 7 bin kişiyi ağırlayabilecek kapasitedeydi.

Kongreye; çiftçi, işçi, tüccar ve sanayicilerden oluşan dört grup davet edildi. Son hazırlıklar tamamlanma aşamasındayken, İsviçre’nin Lozan kentinde barış görüşmeleri için bulunan, başında İsmet (İnönü) Paşa’nın bulunduğu heyetten haber geldi. Görüşmeler, muzaffer Türk ordusu tarafından mağlûp edilen devletlerin, savaş alanında kazanamadıkları zaferi masada kazanma konusunda diretmeleri nedeniyle durmuştu. Türkiye’yi temsil eden heyet, her anlamda bağımsız bir devlet kurma konusundaki kararlılığından taviz vermeyeceğini, 4 Şubat’ta net şekilde ilân etmişti.
Aralarında kadınların da bulunduğu bin 135 delege ile İzmir İktisat Kongresi, 98 yıl önce bugün, Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın açış konuşmasıyla başladı. Gazi, tamamını buradan okuyabileceğiniz tarihi konuşmasında, hem yurttaşlarına hem de dünyaya net mesajlar verdi. Dört yanı işgal edilmiş toprakları, benzeri görülmemiş bir azim ve iradeyle yeniden milletine yurt yapan Türk ordusunun başkomutanı, siyasal ve ekonomik bağımsızlıktan başka her formülün peşinen reddedileceğini belirtti.
Kongrede temsil edilen dört grubun tüm paydaşlarına seslenen Gazi, yeni devletin sacayaklarını da işaret etti. Başkomutan sıfatıyla, “kılıç” kullanarak vatan topraklarının esaretine son veren Halaskârgazi, iyi bir askerden çok daha fazlası olduğunu, şu sözlerle kim bilir kaçıncı kez ispat etti:
“(…) Efendiler, kılıç kullanan kol yorulur, sonunda kılıcı kınına koyar ve belki kılıç o kında küflenmeye, paslanmaya mahkûm olur. Lâkin saban kullanan kol; gün geçtikçe daha fazla kuvvetlenir ve daha çok kuvvetlendikçe daha çok toprağa sahip olur.”
Mustafa Kemal Paşa, konuşmasının ardından sözü kongrenin düzenleyicilerine bıraktı. Delegeler, 4 Mart 1923 gününe kadar sorunları ve çözümleri tartıştılar. Çiftçilerin, işçilerin, tüccarların ve sanayicilerin ortak sorunu olarak nitelikli insan yetersizliği öne çıktı. Hepsi, hiç zaman yitirilmeden eğitime öncelik verilmesi konusunda hemfikirdi. Bunun dışında çiftçiler, Osmanlı Devleti’nin son döneminde halkın boğazına çöken Reji meselesinden; işçiler, ücretlerden ve çalışma saatlerinden; tüccarlar, kabotaj meselesinden; sanayiciler de gümrük meselelerinden öncelikle yakındı.

Yabancı sermayenin Türkiye ekonomisinde yer alması, ancak belirlenecek kanunlara tâbi kılınması konusunda ortak karara varıldı. Kongre sonunda 12 maddeden oluşan Misak-ı İktisadî Esasları oluşturuldu.
Yokluk içinde emsalsiz bir mücadele vererek bağımsızlığını kazanmayı başaran Türkiye halkı, yeni devletin sosyoekonomik temellerinin dayanacağı esasları belirleyen ilk adımı, kurtuluşun ve kuruluşun kenti İzmir’de attı.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, saban-kılıç örneğinde ortaya koyduğu vizyon, ülkesi için canhıraş çalışanların yolunu aydınlatmaya devam ediyor. Üretimin önemini kavrayarak hareket etmek, özellikle verimli toprakların işlenmesi için gayret göstermek, bugün de ekonomik bağımsızlığın sürdürülmesi için büyük önem taşıyor.
Gazi, “gösterdiği hedefe” nasıl ulaşılacağını da yine aynı konuşmada şöyle tarif ediyor:
“Hepimizin isteği şudur ki, bu memleketin fertleri ellerinde örnekleriyle ziraatın, ticaretin, sanatın, emeğin hayatın bir temsilcisi olsun. Ve artık bu memleket böyle fakir ve bu millet değersiz değil, belki memleketimize zengin memleketi, zenginler memleketi, bu yeni Türkiye’nin adına da çalışkanlar memleketi denilsin. İşte millet böyle bir devir içinde bulunuyor ve böyle bir devri yükseltecektir. Ve böyle bir devrin tarihini yazacaktır. Ve böyle bir devirde, böyle bir tarihte en büyük makam, en büyük hak, çalışkanlara ait olacaktır.”

MİSAK-I İKTİSADİ ESASLARI
1. Türkiye; milli hudutları dâhilinde, lekesiz bir istiklal ile dünyanın sulh ve terakki unsurlarından biridir.
2. Türkiye halkı milli hâkimiyetini, kanı ve canı pahasına elde ettiğinden, hiçbir şey feda etmez ve milli hâkimiyete dayanan meclis ve hükümetine daima yardımcıdır.
3. Türkiye halkı, tahribat yapmaz; imar eder. Bütün mesai iktisaden memleketi yükseltmek amacına yönelmiştir.
4. Türkiye halkı kullandığı eşyayı mümkün mertebe kendi yetiştirir. Çok çalışır: Vakitte, servette ve ithalatta israftan kaçar. Milli üretimi temin için gerekirse geceli gündüzlü çalışmak ilkedir.
5. Türkiye halkı, servet itibariyle bir altın hazinesi üzerine oturduğunun farkındadır. Ormanlarını evladı gibi sever, bunun için ağaç bayramları yapar; yeniden orman yetiştirir. Madenleri kendi milli üretimi için işletir ve servetlerini herkesten fazla tanımaya çalışır.
6. Hırsızlık, yalancılık, inkâr ve tembellik en büyük düşmanımız; taassubdan uzak dindarâne bir manevi kudret her şeyde esasımızdır. Her zaman faydalı yenilikleri severek alırız. Türkiye halkı kutsal varlıklarına, topraklarına şahıslarına ve mallarına karşı yapılan düşman fesat ve propagandalarından nefret eder ve daima bunlarla mücadeleyi bir vazife bilir.
7. Türkler, irfan ve marifet aşığıdır. Türk, her yerde hayatını kazanabilecek şekilde yetişir; fakat her şeyden evvel memleketinin malıdır. Maarife verdiği kutsiye dolayısıyla Kandil gününü aynı zamanda kitab bayramı olarak tes’id eder.
8. Birçok harpler ve zaruretlerden dolayı eksilen nüfusumuzun fazlalaşması ile beraber sıhhatlerimizin, hayatlarımızın korunması en birinci emelimizdir. Türk, mikroptan, pis havadan, salgından ve pislikten çekinir. Bol ve saf hava, bol güneş ve temizliği sever. Ecdâd mirası olan binicilik, nişancılık, avcılık, denizcilik gibi bedeni terbiyenin yapılmasına çalışır. Hayvanlarına da aynı dikkat ve ehemmiyeti göstermekle beraber cinslerini düzeltir ve miktarlarını çoğaltır.
9. Türk, dinine, milliyetine, toprağına, hayatına ve kurumlarına düşman olmayan milletlere daima dosttur; Ecnebi sermayesine ilgili değildir. Ancak kendi yurdunda kendi lisanına ve kanununa uymayan müesseselerle münasebette bulunmaz. Türk ilim ve sanat yeniliklerini nerede olursa olsun, doğrudan doğruya alır ve her türlü münasebette fazla aracı istemez.
10. Türk açık alın ile serbestçe çalışmayı sever; işlerde tekel etmez.
11. Türkler, hangi sınıf vemeslekte olurlarsa olsunlar, candan sevişirler. Meslek, zümre itibariyle el ele vererek birlikler, memleketini ve birbirlerini tanımak, anlaşmak için seyahatler ve birleşmeler yaparlar.
12. Türk kadını ve kocası, çocukları iktisadi misaka göre yetiştirir.
Gelecek
Sinemaya Sahip Çıkan İzmirli: Henri Langlois

Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’na katılmasının üstünden henüz iki hafta geçmiş, ülke toplumsal bir kaosa bürünmüştü. Halk endişe içinde gelecek haberleri beklerken, kış tüm ıssızlığıyla İzmir’i sarmış, sokaklar git gide yalnızlaşmıştı. İşte böyle bir ortamda, 13 Kasım 1914’te, henüz sinema tarihine bırakacağı izden habersiz gözlerini açmıştı dünyaya Henri Langlois. Bu küçük çocuğun, tutkusunun peşinden koşmayı asla bırakmayarak bir ikona dönüşeceğini kim bilebilirdi ki?

Küçük yaşta ailesiyle birlikte Fransa’ya göç eden Langlois, pek parlak geçmeyen öğrencilik yıllarının ardından tüm odağını, hayatı boyunca birlikte nefes alacağı sinemaya verdi. Özel fonlarla oluşturmaya başladığı film arşivi, yıllar geçtikçe büyüyecek ve Fransa devletinin finanse ettiği dev bir hazine halini alacaktı.
Bu hazinenin ilk somut adımı 1936 yılında atıldı. Henüz elinde on adet film varken, Jean Mitry ve Georges Franju ile birleşerek Cinémathèque Française’i yani Fransız Sinemateki’ni kuran Langlois, kısa süre içinde Avrupa ve Amerika’ya ait 50 bin filmi gerek restore ederek, gerekse yok edilme tehlikesinden koruyarak arşivine kazandırdı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi işgalindeki Paris’te bulunan Langlois, Chaplin’in Nazi eleştirisi olan The Great Dictator filmini korumayı başararak bugün unutulmaz diye bahsedebilmemizi sağladı.

Langlois, Fransız gençlerine sinemayı sevdiren insan olarak kabul ediliyor, kitlelerin ona olan desteği günden güne daha da büyüyordu. Bu büyüme 1968’de, Fransa Kültür Bakanı Andre Malraux’ı iyice rahatsız etmeye başladı. Malraux, Langlois’ya ayrılan fonu keserek “küstahlığı ve çok sıkı kuralları” nedeniyle kovmak istedi. Bu durum belki de sinemanın en büyük başkaldırışına sebep oldu. Kültür bakanına tepkiler çığ gibi büyüyor, Hitchcock, Kurosawa, Fellini gibi büyük yönetmenlerden destek telgrafları geliyordu. Hatta bu ayaklanma dünyanın en prestijli film festivallerinden biri olan Cannes Film Festivali’nin bile durdurulmasına sebebiyet verdi. En sonunda Malraux baskılara dayanamadı ve Langlois’e görevini iade etti.

Henri Langlois’nın Fransız Sinemateki’ni nasıl gördüğünü şu sözlerinden anlayabiliriz,
“Sinematek bir bakıma Louvre ile Modern Sanatlar Müzesi karışımıdır.”
Bugün bildiğimiz çoğu filmi onun sayesinde izliyor olsak da, Langlois bu yönüyle yalnızca bir film arşivcisi olmadığını açıklıyor. O, sinemaya dair her şeyi seviyordu. Kameralardan kostümlere kullanılmış ve manevi bir değeri olan parçalardan oluşan bir koleksiyonun sahibiydi aynı zamanda.
Kanada’da Montreal Üniversitesi’nde Sinema Tarihi dersleri de veren Langlois’nın, 1965 yılında açılan ve tek yabancı şeref üyesi olduğu Türk Sinemateki’nin kurulmasında da emeği büyük.
Rivayete göre sinemanın her daim özgür bir alan olarak kalmasını savunan Langlois’nın Türkiye’ye dönmeyi reddetmesinin arkasında yatan en büyük sebep Yılmaz Güney’in o dönem hapiste olması. Ne kadar doğrudur bilinmez ama Langlois’nın beyazperde tutkusunu düşündüğümüzde gayet geçerli bir sebep gibi görünüyor.

1974 yılında, Sinematek’te yaşamı boyunca yaptığı çalışmalar nedeniyle Akademi tarafından Onur Ödülü’ne layık görülen Henri Langlois’yı biraz daha yakından tanımak isterseniz Jacques Richard’ın hazırladığı Henri Langlois: Phantom of the Cinematheque (2004) belgeselini izleyebilirsiniz.
Eylül ayında İzmir’de ilki düzenlenen Akdeniz Sinema Günleri ise bu büyük sinema insanına saygısını her yıl onun adına vereceği ödülle sundu. Bu sayede Henri Langlois, doğduğu şehir olan İzmir’de yaşamaya devam edecek.
Sinemanın büyük koruyucusu Henri Langlois’ya saygılarımızla…

Genel
FUAR DEYİP GEÇME, ORADA BİR KALP ATIYOR!

Koskoca bir alan… Ortalık toz toprak… Yanmış, yıkılmış evlerin molozları… Yol, sokak kalmamış artık. Bir zamanlar bu mezbelede insanların yaşadığına da inanmak zor. Rüzgâresince dile geliyor sanki molozlar…
Öyle bir mezbele ki; nasıl kaldırılır, sonra ne yapılır kimse tahmin de edemiyor. Bazı işten anlayanlar da “Ooo yıllar sürer buraları düzeltmek!” diyor. Ama atlanan bir ayrıntı var… Bu alan sıradan bir alan değil, o yıkıntılar dünyanın her yerinde görülebilecek yıkıntılar değil. Ve bu alanın “sahipleri” de öyle sıradan insanlar hiç değil.
Burası İzmir…
Emperyalizmin işgalinden, eşi benzeri görülmedik bir millet seferberliğiyle kazanılan zaferin bedelini ödeyen şehir İzmir.

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, 9 Eylül akşamı Belkahve’den kente bakarken iç geçirip “Bu kente kötü bir şey olsun istemem.” demişti. Ama oldu… Sömürgeci emperyalizm, İzmir’i terk ederken, şehir adeta “kim vurduya” gitmiş ve önemli bir kısmı yanmış, kül olmuştu. Tek teselli vardı muzaffer İzmir’de, o da Kadifekale’den Sarıkışla’ya, Hükümet Konağı’ndan Pasaport’a gönderlerde dalgalanan ay yıldızlı al bayrak!
Peki, ödenen bedel olan yakılan yer ne olacaktı?
Muzaffer Başkomutan ne demişti ilk İktisat Kongresi’nde? “Siyasî, askerî zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar, iktisadî zaferlerle desteklenmezse payidar olamaz, az zamanda söner.”
Bu sözler İzmir’de “emir” telakki edildi. Zamanın Belediye Başkanı Behçet Uz düşündü, sordu soruşturdu, araştırdı ve kararını verdi. Gerekirse yine bedel ödenecek ama bu alan mezbelelik kalmayacaktı. Öyle bir alan tertip edilecekti ki, hem okul hem ticarethane hem sanat merkezi hem doğanın aynası hem de ulusal devrimin dünyaya açılan penceresi olacaktı.
Oldu da…
Hem de öyle bir oldu ki… Dünyanın birbirine girdiği yıllarda bile İzmir Fuarı düşmanları yanyana getirdi.

İzmir Fuarı çok kısa sürede ününü İzmir’den Ege’ye, Türkiye’den dünyaya taşıdı. Bir yaşam biçimi haline geldi. İzmir Fuar ile, Fuar İzmir’le anılır oldu. O kibirli dünya devleri sıraya girdi peş peşe. “Ben buzdolabı getiriyorum, ben televizyon getiriyorum, son model otomobil bende, kuluçka makinemi dünya tanımalı, ey ahali bakın jeneratör de benden.” yarışları başladı.
Sanatçılar için de önemliydi, çok önemliydi Fuar. Zeki Müren en şaşırtıcı kostümlerini Fuar için diktirirdi, Müzeyyen Senar,Fuar heyecanını aylar önce duymaya başlardı.

İzmirliler, Manisalılar, Aydınlılar, Denizlililer Fuar yaklaşınca “kenara para” koyarlardı, yeni elbiseler alırlardı. Saat planları yaparlardı aralarında “Saat 3’te gireriz, hayvanat bahçesine mutlaka gideriz, sonra Palmiyeler’de iki kadehle yarım kızarmış tavuk yeriz ve gazinoya geçeriz.”
Gazinolar dolar taşardı. Piyale önünde kuyruk olurdu upuzun. Mesele de bildiğiniz “spagetti.” Büyükler “makarna-bira” küçüklerse “makarna-Cincibir” sefası ederlerdi.

Lunapark da özeldi… Her yıl “yeni oyuncaklar” gelir, önce binilmeye korkulur sonra da inilmezdi. Çocuklar “Ona da bineceğim, buna da bineceğim!” yaygarasıyla annelerinin eteklerini çekiştirirlerdi. Korku tüneli ilk yapıldığında “Aman diyeyim çok korkunç, şeytanın mızrağı bana çarptı!” kelamlarıyla teşvik vardı.
Dedim ya İzmir’in Fuarı “özeldi…” “Amerikancı” vatandaşlar ABD pavyonuna giderken göz ucuyla SSCB pavyonuna bakarlardı “tanıdık komünist” görmek için. SSCB pavyonuna girenler çok ciddi yüz ifadeleriyle, ABD pavyonuna girenler de gülüşlerle karşılaşırdı. Her yıl İngiltere pavyonuna “kraliçe” gelecek diye beklenirdi.
Yaşamdı Fuar… Öğretmendi… Kazandırandı Fuar… Barıştırandı… Buluşturandı Fuar… Doyurandı… Yüceltendi Fuar…

Fuar’ın ne anlama geldiği, çimlerin üzerindeki taşlara yıllar yıllar önce kazınan satırlarda gizlidir.
İzmir de, Türkiye de fuarın değerini, verilen İstiklal Savaşı’nınzorluklarından çıkardı. Bizim fuarımız asla başka ülkelerin “yeşil parklarıyla” kıyaslanamaz. Bunu yapanlar bilin ki, fuarımızın bulunduğu alanın hep mezbelelik kalmasını isteyen emperyalistlerin kuklasıdır.
Daha nice yıllara Mustafa Kemal kokulu Fuarım!
Fuar’da atan kalp, Mustafa Kemal’in kurduğu Cumhuriyet’in kalbidir!

Genel
Yaşayan Bir Proje: Olivelo Ekolojik Yaşam Parkı

İzmir yaklaşık 4.5 milyonluk bir şehir. Bir metropol. Üzerinde yaşayan tüm sakinleriyle bir tabiat şehri. Bir metropolün sunduğu imkanlara sahip olarak doğayla iç içe yaşamak isteyenlerin yurdu. Tempo değil ahenk var ruhunda. Hırs değil uyum. Ve özgürlük var havasında, denizinde, doğasında. Ege’nin eşsiz zeytin ağaçlarıyla taçlanmış bir özgürlük. Doğaya çevrilen pedallarla her hücrede hissedilen türden.
Olivelo – İzmir Kent Çeperinde Ekolojik Ortak Yaşam Alanı da bu hissin bir parçası. Proje, kadim üretim havzalarını koruyan, ortak yaşam odaklı, doğadan öğrenmeyi benimseyen, yerel hafızanın aktarımını önemseyen bütüncül bir bakışın ürünü. “Nitelikli Doğal Koruma Alanı” ve “Sürdürülebilir Koruma ve Kontrollü Kullanım Alanı” statüsünde bulunan bir alanda hayata geçecek olan Olivelo, kentsel dokunun doğayla sınır olmadan bağlanmasını amaçlıyor. Bu amaç doğrultusunda ekolojik dengeyi korumayı birinci öncelik yapan projede, kadim zeytin ağaçlarına kentin selamını getirerek pedallanabilecek.

Kırsal alanın, kent ile bütünlüklü bir ekolojik ağ oluşturmasını sağlamak istediklerini belirten İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, proje hakkında uluslararası hedeflerini ve koruma kapsamını şu sözlerle ifade etti:
“Bu proje sayesinde bir yandan şehrimizin Akdeniz havzasındaki en önemli kimliklerinden birini oluşturan zeytin üretim alanlarında güçlü bir koruma sağlarken, öte yandan bu alanın Avrupa Bisikletli Turizm Ağı, EuroVelo ile entegre edilmesini mümkün kılacağız. İzmir Büyükşehir Belediyesi; dağları, nehirleri, ovaları, deltaları, kadim üretim havzaları gibi milyarlarca canlının ahenk içindeki yaşam alanlarını savunma ve koruma mücadelesini, kendimizle beraber tüm varlıklar için önemli bir görev olarak addediyor.”
Başkan Soyer’in sözünü verdiği “35 Yaşayan Park”tan biri olan Olivelo Ekolojik Yaşam Parkı, Cittaslow metropol sürecinde İzmir’deki karbon salımını azaltmak ve doğa dostu ulaşım araçlarına teşvik etmek için de önemli bir rol oynuyor.

Yerel halkı ve toprağı tanıyarak bölgenin ruhunu kavramak, Olivelo projesinin yaşayan önceliklerinden. Projenin ağırlık merkezi de tam olarak bu anlayışta. Bölgeyi kendi haline bırakarak müdahale etmek ve bir şeylerin sıradan olmasını göze alarak ilerlemek… Çünkü doğaya yapılan her bir somut etki iz bırakır. Ve biz doğayı olduğu gibi, kendi halinde seviyoruz. Ekolojik denge sağlanırken tabiatı anlamak bu noktada büyük önem taşıyor. İzmir Büyükşehir Belediyesi de bu bilinçle kent ve kırsal kesimi doğada birleştirmeyi, merkez ile çeper arasındaki kalın çizgileri inceltmeyi amaçlıyor.
Olivelo Ekolojik Yaşam Parkı, kapsamı ve amaçlarıyla tam bir İzmir projesi. İçinde doğayı, sevgiyi, özgürlüğü, üretimi, huzuru barındıran; 57 hektarlık saydam bir geçiş noktası.
Nedeni ise çok basit. Çünkü İzmir böyle bir şehir.
