Bizi takip et

Manşet

Hollywood’un İzmirlisi: Audrey Hepburn

Yayınlanma zamanı:

Her dönemde toprağına ayak basana kucak açan, sahip olduğu ne varsa cömertçe sunan, kendine âşık eden ve gelene hiç yabancılık çektirmeyen güzel İzmir’in bağrından; hâlâ yaptıklarını merak ve hayranlıkla okuduğumuz, dünyaya mâl olmuş pek çok şahsiyet çıktı.

Antik Çağ’ın büyük ozanı Homeros ve “eczacılığın babası” kabul edilen Galen’in yanı sıra sayısız edebiyatçı, bilim insanı, sanatçı, devlet insanı… İsimlerini yazsak pek çoğunun hakkında mutlaka az çok bir şeyler duymuşsunuzdur. Belki bazılarının İzmirli olduğuna şaşırırsınız. Fakat hangisine değinsek, bu yazının konusu olan isim ile ilgili okuyacaklarınız kadar hayrete düşmeyeceğinizden neredeyse eminiz.

Hollywood’un unutulmaz isimlerinden Audrey Hepburn’den söz ediyoruz. “Roma Tatili” (1952) ve “Tiffany’de Kahvaltı” (1962) filmlerinin yıldızı Hepburn’ün ailesi yıllar boyunca İzmir’de yaşamış ve Cumaovası’nda tarım ile uğraşmıştı. Hatta başlarına hoş olmayan bazı olaylar da gelmişti.

Araştırmacı ve yazar Altan Altın’ın, İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Kitaplığı tarafından yayınlanan “Bornovam, Mor Salkımların Masalı” isimli eserinde, değindiğimiz konu detaylı biçimde anlatılıyor. Kitabın, Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi’nden (APİKAM) satın alınabileceğini hatırlatalım ve sizi daha fazla merak ettirmeden, eserin ilgili bölümüne, yazarın ifadeleriyle göz atalım.

Tiffany’de Kahvaltı ve Bir Bornova Hikâyesi

Birinci Dünya Savaşı yıllarıydı.

Hollandalı Baron Von Heemstra, bugün Menderes adıyla bilinen Cumaovası’nda büyük ve zengin bir çiftlik sahibiydi… Şaşaalı ve ayrıcalıklı bir hayatı vardı…

Çerkez Ethem ve adamları bu zengin adamın büyük çiftliğine göz koymuştu…

1913 ve 1918 yılları arasında İzmir Valiliği görevini yürüten Vali Rahmi Bey, Çerkez Ethem ve adamlarının Baron Von Heemstra’nın çiftliğini basarak haraç alacağı istihbaratını almış ve jandarmaları çiftliğe göndererek baskına engel olmuş ve Çerkez Ethem’in adamlarına bir güzel dayak attırmıştı…

Çerkez Ethem’in onurunu çok zedeleyen bu olaydan bir süre sonra Birinci Dünya Savaşı sona erdi… İttihat ve Terakki’nin önde gelen isimlerinden olan Vali Rahmi Bey, Valiliği bıraktı İstanbul’a döndü ve partinin öteki önde gelenleriyle beraber tutuklanıp Bekirağa Bölüğü’ne kapatıldı, İstanbul’un işgalinden sonra da İngilizler tarafından Malta’ya sürüldü. 

Çerkez Ethem Cumaovası’nda yaşadığı, onurunu çok zedeleyen olayı unutmamıştı… Rahmi Bey’den intikam almak zorundaydı ve intikamın yolunu hadiseden birkaç sene sonra buldu: Valinin Bornova’daki Miss Florance adlı İngiliz okuluna giden sekiz yaşındaki oğlu Alparslan’ı kaçırmak… 

Alparslan yıllar sonra Tempo Dergisi’ne bu olayı şöyle anlattı…

“Ben Bornova’da mektebe gidiyordum. Misporens (Doğrusu Miss Florence) diye bir İngiliz mektebiydi (Bornova Huzurevi’nin az yukarısında 81 sokak ile 82 sokağın kesiştiği köşede Bornovalıların Marangoz Mehmet Ali Bey’in evi olarak bilinen yer). Mektebin yakınında bir mezarlık vardı. Park yapılmaya karar verilmişti (Bugün orayı Bornova Büyük Park olarak biliyoruz). Daha 8-9 yaşlarındaydım. Önünde Manisa yoluna ayrılan bir kavşak vardır. Orada bir payton duruyordu. Ben de mektepten çıktım. Arkadaşlarımdan ayrıldım tam mezarlıktan geçiyordum. Paytondan başında kalpaklı, pardösülü iri yarı yakışıklı biri indi, hiç benimle ilgilenmiyor gibiydi. Tam yanımdan geçerken kolumdan yakaladı. İsmimi sordu, söyledim. Tedirgin olmuştum. “Baban seni istiyor, seni ona götüreceğim” dedi. Babamın İstanbul’da olduğunu biliyordum ama tevkif edildiğinden haberim yoktu. Ben de babamın İstanbul’da olduğunu söyledim. “Annem bekliyor gelemem” dedim. Beni yakaladı, paytonun içine koydu. Daha koyar koymaz paytonun öteki kapısından atlayıp kaçmaya çalıştım ama içerideki iki kişi beni yakaladı. Sonradan isimlerini de öğrendim. Birisi Manyaslı Şevket, diğeri de Manyaslı Mahmut’tu. Paytonun içinde üzeri gocukla örtülü silahlar vardı. Ethem de bindi, Manisa yoluna hareket ettik. Anladım ki başım dertteydi.

Tam kaçırılırken, meydanlıkta birini görüp seslendim. Adam peşimden koşup kurtarmak istemiş ama kalp hastasıymış, daha birkaç adım atar atmaz bayılmış kalmış oralarda. Olayı uzaktan gören arkadaşlarım koşup anneme haber vermişler. Biz yolumuza devam etmeye başladık. Yollar çamur, batıp çıkıyoruz. Bornova’nın sonlarına doğru bir tenis kulübü vardır (Şimdiki Suphi Koyuncuoğlu Lisesi’nin bulunduğu yer). Kulübün duvarının arkasında atlılar bekliyordu. Ben jandarma sandım, ferahladım. Tam kurtuldum dedim. Meğer arkadaşlarıymış. Onlar da bizimle gelmeye başladılar.”

Yüzbaşı Arslan Bey ile 15 jandarmadan oluşan bir tim de kaçırılma olayından haberdar olmuş ve takibe başlamıştı. Arada çatışmaların da olduğu takip 15 gün kadar sürmüştü ancak jandarmalar başarılı olamamıştı.

Küçük Alpaslan ve Çerkes Ethem’in adamları nihayet Manyaslı Şevket’in Salihli’deki evine ulaştılar ve oradan Alpaslan’ın Annesi Nimet Hanım’a ve Vali Rahmi Bey’e birer mektup yazdılar. Vali Rahmi Bey’e yazdıkları mektupla Alpaslan’ı bırakmak için 53 bin Reşat Altını fidye istediler.

1919’un 12 Şubat’ında bu olay yaşanırken Vali Rahmi Bey İstanbul’da Bekirağa zindanında İttihatçılıktan hapis yatıyordu…

Zindandaki Rahmi Bey’in fidyeyi bulmaktan başka çaresi yoktu, ama zindanda olması sebebiyle yapabileceği bir şey de yoktu… Çare olarak akrabaları ve arkadaşlarını İzmir’e gönderdi ve nesi var nesi yoksa sattırdı… Bu arada İstanbul Hükümeti de olayın üzerine pek gitmek istemiyor, İzmir’deki kolluk kuvvetlerine Çerkez Ethem’in gizli teşkilatın bir mensubu olduğunu belirterek olaya müdahil olmamaları konusunda talimat veriyordu.

Vali Bey nesi var nesi yoksa sattırmıştı ama toplanan para, 53 bin lira fidyenin yanında komik bir miktardı… Bunun üzerine İzmir’de büyük bir kampanya başlatıldı… Hemen hemen her caddeye yardım sandıkları kuruldu. Ancak toplanan para yine de fidyenin üçte biri kadardı… Geri kalan meblağı ise Rahmi Bey’in Alanyalızade Mahmut ve Nazmi Topçuoğlu adlı iki arkadaşıyla Bornova’da yaşayan adı Bornova ile bütünleşmiş yardımsever insan Henri Giraud karşıladı…

Dönemin parasıyla çok büyük bir miktar olan 53 bin Reşat Altını Çerkez Ethem’e ödendi ve Vali Rahmi Bey’in oğlu Alpaslan 6 Mart Salı günü bugünkü MİT’in atası olan Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurucusu olan Kuşçubaşı Eşref’in Salihli’deki çiftliğine bırakıldı…

Alpaslan Salihli’den İzmir’e annesinin oturduğu eve getirildiğinde görülen manzara acıklıydı, evde bir tek eşya kalmamıştı, anne Nimet Hanım bir ütü tahtasının üzerinde uyuyordu…

8 yaşındaki küçük Alpaslan’ı kurtarmak amacıyla ne var ne yoksa satıldığı için sadece dört duvar kalan bu ev, Alpaslan Bornova’da okuduğu için ailenin bir dönem kaldığı, Bornova’ya geldiğinde Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün de önünde fotoğraf çektirdiği, bugün Subay Ordu Evi olarak kullanılan Macropodere Evi’dir…

Vali Rami Bey’in oğlu Alpaslan, vefat ettiği 1988 yılına kadar hayatının büyük bölümünü İzmir’de geçirdi ve yaşadığı bu acı olaya rağmen Bornova’dan da ayrı kalmadı… Kaçırılma olayından 3-4 yıl sonra Bornova’ya yerleşen ve Bornova’nın ilk Müslüman eczanesi olan İntibah-ı Milli Eczahanesi’nin kurucusu Osman Bey’in torunu Ahmet Acun’la arkadaşlığı ölünceye kadar devam etti…

Çerkez Ethem’in haraç almak istediği çiftliğin Hollandalı sahibi Baron Von Heemstra Birinci Dünya Savaşı’nın ardından karısı ve kızını da alarak Hollanda’ya geri döndü… Baron’un kızı bir süre sonra İngiliz bir bankerle evlendi. 1929’da bir kızları oldu… Kısaca “Edda” diye çağırdıkları bu kızın tam adı Edda Kathleen van Heemstra Hepburn- Ruston’du. Ama biz O’nu “Tiffany’de Kahvaltı”, “My fair Lady” ve “Roma Tatili” filmlerindeki unutulmaz rolleriyle “AUDREY HEPBURN” olarak tanıdık…

“Bilgilerinden ve yazılarından faydalandığımız Sayın Hasan Arıcan ve Sayın Murat Bardakçı’ya teşekkürler”

Yorum yapmak için tıkla

Yorum yap

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Gelecek

Sinemaya Sahip Çıkan İzmirli: Henri Langlois

Yayınlanma tarihi:

Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’na katılmasının üstünden henüz iki hafta geçmiş, ülke toplumsal bir kaosa bürünmüştü. Halk endişe içinde gelecek haberleri beklerken, kış tüm ıssızlığıyla İzmir’i sarmış, sokaklar git gide yalnızlaşmıştı. İşte böyle bir ortamda, 13 Kasım 1914’te, henüz sinema tarihine bırakacağı izden habersiz gözlerini açmıştı dünyaya Henri Langlois. Bu küçük çocuğun, tutkusunun peşinden koşmayı asla bırakmayarak bir ikona dönüşeceğini kim bilebilirdi ki?

Küçük yaşta ailesiyle birlikte Fransa’ya göç eden Langlois, pek parlak geçmeyen öğrencilik yıllarının ardından tüm odağını, hayatı boyunca birlikte nefes alacağı sinemaya verdi. Özel fonlarla oluşturmaya başladığı film arşivi, yıllar geçtikçe büyüyecek ve Fransa devletinin finanse ettiği dev bir hazine halini alacaktı.

Bu hazinenin ilk somut adımı 1936 yılında atıldı. Henüz elinde on adet film varken, Jean Mitry ve Georges Franju ile birleşerek Cinémathèque Française’i yani Fransız Sinemateki’ni kuran Langlois, kısa süre içinde Avrupa ve Amerika’ya ait 50 bin filmi gerek restore ederek, gerekse yok edilme tehlikesinden koruyarak arşivine kazandırdı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi işgalindeki Paris’te bulunan Langlois, Chaplin’in Nazi eleştirisi olan The Great Dictator filmini korumayı başararak bugün unutulmaz diye bahsedebilmemizi sağladı.

Langlois, Fransız gençlerine sinemayı sevdiren insan olarak kabul ediliyor, kitlelerin ona olan desteği günden güne daha da büyüyordu. Bu büyüme 1968’de, Fransa Kültür Bakanı Andre Malraux’ı iyice rahatsız etmeye başladı. Malraux, Langlois’ya ayrılan fonu keserek “küstahlığı ve çok sıkı kuralları” nedeniyle kovmak istedi. Bu durum belki de sinemanın en büyük başkaldırışına sebep oldu. Kültür bakanına tepkiler çığ gibi büyüyor, Hitchcock, Kurosawa, Fellini gibi büyük yönetmenlerden destek telgrafları geliyordu. Hatta bu ayaklanma dünyanın en prestijli film festivallerinden biri olan Cannes Film Festivali’nin bile durdurulmasına sebebiyet verdi. En sonunda Malraux baskılara dayanamadı ve Langlois’e görevini iade etti.

Henri Langlois’nın Fransız Sinemateki’ni nasıl gördüğünü şu sözlerinden anlayabiliriz,

“Sinematek bir bakıma Louvre ile Modern Sanatlar Müzesi karışımıdır.”

Bugün bildiğimiz çoğu filmi onun sayesinde izliyor olsak da, Langlois bu yönüyle yalnızca bir film arşivcisi olmadığını açıklıyor. O, sinemaya dair her şeyi seviyordu. Kameralardan kostümlere kullanılmış ve manevi bir değeri olan parçalardan oluşan bir koleksiyonun sahibiydi aynı zamanda.

Kanada’da Montreal Üniversitesi’nde Sinema Tarihi dersleri de veren Langlois’nın, 1965 yılında açılan ve tek yabancı şeref üyesi olduğu Türk Sinemateki’nin kurulmasında da emeği büyük.

Rivayete göre sinemanın her daim özgür bir alan olarak kalmasını savunan Langlois’nın Türkiye’ye dönmeyi reddetmesinin arkasında yatan en büyük sebep Yılmaz Güney’in o dönem hapiste olması. Ne kadar doğrudur bilinmez ama Langlois’nın beyazperde tutkusunu düşündüğümüzde gayet geçerli bir sebep gibi görünüyor.

1974 yılında, Sinematek’te yaşamı boyunca yaptığı çalışmalar nedeniyle Akademi tarafından Onur Ödülü’ne layık görülen Henri Langlois’yı biraz daha yakından tanımak isterseniz Jacques Richard’ın hazırladığı Henri Langlois: Phantom of the Cinematheque (2004) belgeselini izleyebilirsiniz.

Eylül ayında İzmir’de ilki düzenlenen Akdeniz Sinema Günleri ise bu büyük sinema insanına saygısını her yıl onun adına vereceği ödülle sundu. Bu sayede Henri Langlois, doğduğu şehir olan İzmir’de yaşamaya devam edecek.

Sinemanın büyük koruyucusu Henri Langlois’ya saygılarımızla…

Okumaya devam et

Genel

FUAR DEYİP GEÇME, ORADA BİR KALP ATIYOR!

Yayınlanma tarihi:

http://www.izmirhalleri.com/wp-content/uploads/2021/09/23009518-0BE8-4C74-AC5F-D87A54AFA34D.jpeg

Koskoca bir alan… Ortalık toz toprak… Yanmış, yıkılmış evlerin molozları… Yol, sokak kalmamış artık. Bir zamanlar bu mezbelede insanların yaşadığına da inanmak zor. Rüzgâresince dile geliyor sanki molozlar… 

Öyle bir mezbele ki; nasıl kaldırılır, sonra ne yapılır kimse tahmin de edemiyor. Bazı işten anlayanlar da “Ooo yıllar sürer buraları düzeltmek!” diyor. Ama atlanan bir ayrıntı var… Bu alan sıradan bir alan değil, o yıkıntılar dünyanın her yerinde görülebilecek yıkıntılar değil. Ve bu alanın “sahipleri” de öyle sıradan insanlar hiç değil.

Burası İzmir… 

Emperyalizmin işgalinden, eşi benzeri görülmedik bir millet seferberliğiyle kazanılan zaferin bedelini ödeyen şehir İzmir. 

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, 9 Eylül akşamı Belkahve’den kente bakarken iç geçirip “Bu kente kötü bir şey olsun istemem.” demişti. Ama oldu… Sömürgeci emperyalizm, İzmir’i terk ederken, şehir adeta “kim vurduya” gitmiş ve önemli bir kısmı yanmış, kül olmuştu. Tek teselli vardı muzaffer İzmir’de, o da Kadifekale’den Sarıkışla’ya, Hükümet Konağı’ndan Pasaport’a gönderlerde dalgalanan ay yıldızlı al bayrak!

Peki, ödenen bedel olan yakılan yer ne olacaktı?

Muzaffer Başkomutan ne demişti ilk İktisat Kongresi’nde?  “Siyasî, askerî zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar, iktisadî zaferlerle desteklenmezse payidar olamaz, az zamanda söner.”

Bu sözler İzmir’de “emir” telakki edildi. Zamanın Belediye Başkanı Behçet Uz düşündü, sordu soruşturdu, araştırdı ve kararını verdi. Gerekirse yine bedel ödenecek ama bu alan mezbelelik kalmayacaktı. Öyle bir alan tertip edilecekti ki, hem okul hem ticarethane hem sanat merkezi hem doğanın aynası hem de ulusal devrimin dünyaya açılan penceresi olacaktı. 

Oldu da…

Hem de öyle bir oldu ki… Dünyanın birbirine girdiği yıllarda bile İzmir Fuarı düşmanları yanyana getirdi. 

İzmir Fuarı çok kısa sürede ününü İzmir’den Ege’ye, Türkiye’den dünyaya taşıdı. Bir yaşam biçimi haline geldi. İzmir Fuar ile, Fuar İzmir’le anılır oldu. O kibirli dünya devleri sıraya girdi peş peşe. “Ben buzdolabı getiriyorum, ben televizyon getiriyorum, son model otomobil bende, kuluçka makinemi dünya tanımalı, ey ahali bakın jeneratör de benden.” yarışları başladı.

Sanatçılar için de önemliydi, çok önemliydi Fuar. Zeki Müren en şaşırtıcı kostümlerini Fuar için diktirirdi, Müzeyyen Senar,Fuar heyecanını aylar önce duymaya başlardı. 

İzmirliler, Manisalılar, Aydınlılar, Denizlililer Fuar yaklaşınca “kenara para” koyarlardı, yeni elbiseler alırlardı. Saat planları yaparlardı aralarında “Saat 3’te gireriz, hayvanat bahçesine mutlaka gideriz, sonra Palmiyeler’de iki kadehle yarım kızarmış tavuk yeriz ve gazinoya geçeriz.” 

Gazinolar dolar taşardı. Piyale önünde kuyruk olurdu upuzun. Mesele de bildiğiniz “spagetti.” Büyükler “makarna-bira” küçüklerse “makarna-Cincibir” sefası ederlerdi. 

Lunapark da özeldi… Her yıl “yeni oyuncaklar” gelir, önce binilmeye korkulur sonra da inilmezdi. Çocuklar “Ona da bineceğim, buna da bineceğim!” yaygarasıyla annelerinin eteklerini çekiştirirlerdi. Korku tüneli ilk yapıldığında “Aman diyeyim çok korkunç, şeytanın mızrağı bana çarptı!” kelamlarıyla teşvik vardı. 

Dedim ya İzmir’in Fuarı “özeldi…” “Amerikancı” vatandaşlar ABD pavyonuna giderken göz ucuyla SSCB pavyonuna bakarlardı “tanıdık komünist” görmek için. SSCB pavyonuna girenler çok ciddi yüz ifadeleriyle, ABD pavyonuna girenler de gülüşlerle karşılaşırdı. Her yıl İngiltere pavyonuna “kraliçe” gelecek diye beklenirdi.  

Yaşamdı Fuar… Öğretmendi… Kazandırandı Fuar… Barıştırandı… Buluşturandı Fuar… Doyurandı… Yüceltendi Fuar…

Fuar’ın ne anlama geldiği, çimlerin üzerindeki taşlara yıllar yıllar önce kazınan satırlarda gizlidir.

İzmir de, Türkiye de fuarın değerini, verilen İstiklal Savaşı’nınzorluklarından çıkardı. Bizim fuarımız asla başka ülkelerin “yeşil parklarıyla” kıyaslanamaz. Bunu yapanlar bilin ki, fuarımızın bulunduğu alanın hep mezbelelik kalmasını isteyen emperyalistlerin kuklasıdır. 

Daha nice yıllara Mustafa Kemal kokulu Fuarım! 

Fuar’da atan kalp, Mustafa Kemal’in kurduğu Cumhuriyet’in kalbidir!

Okumaya devam et

Genel

Yaşayan Bir Proje: Olivelo Ekolojik Yaşam Parkı

Yayınlanma tarihi:

İzmir yaklaşık 4.5 milyonluk bir şehir. Bir metropol. Üzerinde yaşayan tüm sakinleriyle bir tabiat şehri. Bir metropolün sunduğu imkanlara sahip olarak doğayla iç içe yaşamak isteyenlerin yurdu. Tempo değil ahenk var ruhunda. Hırs değil uyum. Ve özgürlük var havasında, denizinde, doğasında. Ege’nin eşsiz zeytin ağaçlarıyla taçlanmış bir özgürlük. Doğaya çevrilen pedallarla her hücrede hissedilen türden.

Olivelo – İzmir Kent Çeperinde Ekolojik Ortak Yaşam Alanı da bu hissin bir parçası. Proje, kadim üretim havzalarını koruyan, ortak yaşam odaklı, doğadan öğrenmeyi benimseyen, yerel hafızanın aktarımını önemseyen bütüncül bir bakışın ürünü. “Nitelikli Doğal Koruma Alanı” ve “Sürdürülebilir Koruma ve Kontrollü Kullanım Alanı” statüsünde bulunan bir alanda hayata geçecek olan Olivelo, kentsel dokunun doğayla sınır olmadan bağlanmasını amaçlıyor. Bu amaç doğrultusunda ekolojik dengeyi korumayı birinci öncelik yapan projede, kadim zeytin ağaçlarına kentin selamını getirerek pedallanabilecek.

Kırsal alanın, kent ile bütünlüklü bir ekolojik ağ oluşturmasını sağlamak istediklerini belirten İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, proje hakkında uluslararası hedeflerini ve koruma kapsamını şu sözlerle ifade etti:

“Bu proje sayesinde bir yandan şehrimizin Akdeniz havzasındaki en önemli kimliklerinden birini oluşturan zeytin üretim alanlarında güçlü bir koruma sağlarken, öte yandan bu alanın Avrupa Bisikletli Turizm Ağı, EuroVelo ile entegre edilmesini mümkün kılacağız. İzmir Büyükşehir Belediyesi; dağları, nehirleri, ovaları, deltaları, kadim üretim havzaları gibi milyarlarca canlının ahenk içindeki yaşam alanlarını savunma ve koruma mücadelesini, kendimizle beraber tüm varlıklar için önemli bir görev olarak addediyor.”

Başkan Soyer’in sözünü verdiği “35 Yaşayan Park”tan biri olan Olivelo Ekolojik Yaşam Parkı, Cittaslow metropol sürecinde İzmir’deki karbon salımını azaltmak ve doğa dostu ulaşım araçlarına teşvik etmek için de önemli bir rol oynuyor.

Yerel halkı ve toprağı tanıyarak bölgenin ruhunu kavramak, Olivelo projesinin yaşayan önceliklerinden. Projenin ağırlık merkezi de tam olarak bu anlayışta. Bölgeyi kendi haline bırakarak müdahale etmek ve bir şeylerin sıradan olmasını göze alarak ilerlemek… Çünkü doğaya yapılan her bir somut etki iz bırakır. Ve biz doğayı olduğu gibi, kendi halinde seviyoruz. Ekolojik denge sağlanırken tabiatı anlamak bu noktada büyük önem taşıyor. İzmir Büyükşehir Belediyesi de bu bilinçle kent ve kırsal kesimi doğada birleştirmeyi, merkez ile çeper arasındaki kalın çizgileri inceltmeyi amaçlıyor.

Olivelo Ekolojik Yaşam Parkı, kapsamı ve amaçlarıyla tam bir İzmir projesi. İçinde doğayı, sevgiyi, özgürlüğü, üretimi, huzuru barındıran; 57 hektarlık saydam bir geçiş noktası.

Nedeni ise çok basit. Çünkü İzmir böyle bir şehir.

Okumaya devam et

POPÜLER