Bizi takip et

Manşet

Türk denizciliğini başlatan komutan: Çaka Bey

Yayınlanma zamanı:

Şehrin merkezinde yer alan Gümrük Meydanı’na gidersek, artık Çaka Bey’in büstüyle karşılacağız. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’in geçtiğimiz günlerde açılışını yaptığı büst, geçmişte “Çaka Bey Meydanı” olarak isimlendirilen alana yerleştirildi. Başkan Soyer, açılış töreninde yaptığı konuşmada, “Amacımız Çaka Bey’in hem İzmir tarihi açısından önemini hemşehrilerimize büstü ile yeniden hatırlatmak hem de denizcilikte milletimize öncü rolü üstlenmiş olmasının, gençlere ilham kaynağı olmasını sağlamak.” dedi.

Gönüllü karantina nedeniyle güzel İzmir’in sokaklarından mahrum kalmak zorunda olduğumuz salgın günlerinde, sizi büste kadar yormayalım, Çaka Bey’i sanal ortamda anlatarak fikir sahibi olmanızı sağlayalım istedik. Elbette bu günler geride kaldığında, büyük Türk denizcisini büstünün yanında da anarız.

Çaka Bey’in adını Türk tarihine yazdıracağı süreç, 1071 Malazgirt Meydan Savaşı ile başladı. Dönüm noktası olan bu savaş, Selçuklular’ın, artık “Türk yurdu” olarak anılacak Anadolu coğrafyasının farklı yerlerine dağılmaya başlamasının önünü açtı.

Beylikler Dönemi’nin başlamasıyla birlikte Türkler, Anadolu topraklarındaki en büyük güçlerden biri olan Bizans İmparatorluğu için büyük bir tehdit hâline geldi. 1078 yılında, kimi kaynaklara göre savaş sırasında esir düşerek, kimine göre ise belirsiz biçimde İstanbul’da bulunan Çaka Bey, Bizans İmparatoru III. Nikiforos’un ilgisini çekti. İyi biçimde Yunanca ve Latince konuşabildiği ifade edilen Çaka Bey’e Bizans Sarayı’nda ayrıcalıklar ve unvanlar verildi. Çaka Bey, sarayda bulunduğu süre boyunca hem kendini geliştirdi hem de Bizans siyasetini gözlemledi. Çaka Bey’in saray günleri, 3 yıl sürdü. Bizans’ın yeni imparatoru olan Aleksios, bilmediğimiz bir nedenle Çaka Bey’in unvanlarını ve ayrıcalıklarını kaldırdı. Çaka Bey de İstanbul’dan ayrılarak, kendini İzmir’in şefkatli kollarına attı.

İzmir’de, Rum denizci ve gemi ustaları ile bir araya gelen Çaka Bey, önce dönemine göre modern sayılacak bir tersane ve burada da kürekli ve yelkenli gemilerden oluşan 50 parçalık bir donanma oluşturdu. Türk tarihinde denizcilik anlamında bir ilkin gerçekleştirilmiş olması nedeniyle 1081 yılı, Türk Deniz Kuvvetleri’nin kuruluşu ve Çaka Bey de “ilk Türk amirali” kabul edilir.

Donanmasını hazır eden Çaka Bey, aynı yıl “beyliğini” ilan etti ve seferlere başladı. 1081’de, İzmir tarihindeki ilk Türk hâkimiyeti sağlandı. Önce Urla, ardından Foça, Türk egemenliğine geçti. İlk Türk donanması, 1089’da Midilli’yi, 1090 yılında ise Sakız’ı fethetti.

Çaka Bey’in önlenemez ilerleyişine son vermek isteyen Bizanslılar, donanmasını Karaburun ile Sakız arasında kalan Koyun Adaları bölgesine gönderdi ve tarihe “Koyun Adaları Savaşı” olarak geçen bu deniz savaşının galibi Çaka Bey’in ordusu oldu. Hatta Çaka Bey, kaçan Bizanslıların filosunda kalan gemileri de donanmasına kattı.

Çaka Bey, egemenlik alanını giderek genişletip Ege Denizi’nde güçlenirken, Anadolu’daki diğer Türk beylikleri de kendi siyasetlerini izlemeye devam ediyordu. Türklerin, Malazgirt Zaferi’nin ardından bir arada hareket etmemesi nedeniyle birbirlerini rakip olarak görmesi de olağandı. Çaka Bey’in sonunu hazırlayan rakibi ise kızını evlendirdiği Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan olacaktı.

Çaka Bey’i İstanbul’dan uzaklaştıran ve başına büyük iş alan Bizans İmparatoru I. Aleksios, bu “hatayı” telafi etmek için Selçuklu Sultanı’na bir mektup yazdı. Kılıç Arslan’a, kayınpederinin ikisi için de tehdit olduğunu ifade eden imparator, birlikte hareket ederek Çaka Bey’i alt etmeyi önerdi. Sultan I. Kılıç Arslan’ın, Bizans ile ittifaka ikna olması fazla zaman almadı.

Çanakkale Boğazı’nda, Nara Burnu’nun doğusunda bulunan antik kent Abydos’u kuşatan Çaka Bey, bu sırada iki saldırıyla birden karşılaştı. Denizden Bizanslılar, karadan ise damadı Kılıç Arslan’ın orduları geliyordu. İki kuvvet arasındaki ittifaktan habersiz olan Çaka Bey, damadından görüşme talep etti.

Takvim 1095 yılını gösterirken Çaka Bey, Nara Burnu civarında Kılıç Arslan’ın konuğu olarak görüşmeye gitti. Damadı, büyük komutanı törenle karşıladı ve onu hazırlattığı büyük ziyafette ağırladı. Yemek devam ederken Kılıç Arslan ayağa kalktı ve kılıcıyla Çaka Bey’i öldürdü.

Bizans İmparatoru’nun, müttefiği Kılıç Arslan’ın “zaferini” öğrenmesinin ardından İzmir ve çevresi, çok kısa sürede Roma sınırlarına katıldı.

Çaka Bey’den geriye denizcilikte attığı olağanüstü adımlar, İzmir’e vurduğu Türk mührü ve üç asır sonraya ertelenen “Türkleri Batı’ya ulaştırma” hayalleri kaldı.

Yorum yapmak için tıkla

Yorum yap

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Gelecek

Sinemaya Sahip Çıkan İzmirli: Henri Langlois

Yayınlanma tarihi:

Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’na katılmasının üstünden henüz iki hafta geçmiş, ülke toplumsal bir kaosa bürünmüştü. Halk endişe içinde gelecek haberleri beklerken, kış tüm ıssızlığıyla İzmir’i sarmış, sokaklar git gide yalnızlaşmıştı. İşte böyle bir ortamda, 13 Kasım 1914’te, henüz sinema tarihine bırakacağı izden habersiz gözlerini açmıştı dünyaya Henri Langlois. Bu küçük çocuğun, tutkusunun peşinden koşmayı asla bırakmayarak bir ikona dönüşeceğini kim bilebilirdi ki?

Küçük yaşta ailesiyle birlikte Fransa’ya göç eden Langlois, pek parlak geçmeyen öğrencilik yıllarının ardından tüm odağını, hayatı boyunca birlikte nefes alacağı sinemaya verdi. Özel fonlarla oluşturmaya başladığı film arşivi, yıllar geçtikçe büyüyecek ve Fransa devletinin finanse ettiği dev bir hazine halini alacaktı.

Bu hazinenin ilk somut adımı 1936 yılında atıldı. Henüz elinde on adet film varken, Jean Mitry ve Georges Franju ile birleşerek Cinémathèque Française’i yani Fransız Sinemateki’ni kuran Langlois, kısa süre içinde Avrupa ve Amerika’ya ait 50 bin filmi gerek restore ederek, gerekse yok edilme tehlikesinden koruyarak arşivine kazandırdı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi işgalindeki Paris’te bulunan Langlois, Chaplin’in Nazi eleştirisi olan The Great Dictator filmini korumayı başararak bugün unutulmaz diye bahsedebilmemizi sağladı.

Langlois, Fransız gençlerine sinemayı sevdiren insan olarak kabul ediliyor, kitlelerin ona olan desteği günden güne daha da büyüyordu. Bu büyüme 1968’de, Fransa Kültür Bakanı Andre Malraux’ı iyice rahatsız etmeye başladı. Malraux, Langlois’ya ayrılan fonu keserek “küstahlığı ve çok sıkı kuralları” nedeniyle kovmak istedi. Bu durum belki de sinemanın en büyük başkaldırışına sebep oldu. Kültür bakanına tepkiler çığ gibi büyüyor, Hitchcock, Kurosawa, Fellini gibi büyük yönetmenlerden destek telgrafları geliyordu. Hatta bu ayaklanma dünyanın en prestijli film festivallerinden biri olan Cannes Film Festivali’nin bile durdurulmasına sebebiyet verdi. En sonunda Malraux baskılara dayanamadı ve Langlois’e görevini iade etti.

Henri Langlois’nın Fransız Sinemateki’ni nasıl gördüğünü şu sözlerinden anlayabiliriz,

“Sinematek bir bakıma Louvre ile Modern Sanatlar Müzesi karışımıdır.”

Bugün bildiğimiz çoğu filmi onun sayesinde izliyor olsak da, Langlois bu yönüyle yalnızca bir film arşivcisi olmadığını açıklıyor. O, sinemaya dair her şeyi seviyordu. Kameralardan kostümlere kullanılmış ve manevi bir değeri olan parçalardan oluşan bir koleksiyonun sahibiydi aynı zamanda.

Kanada’da Montreal Üniversitesi’nde Sinema Tarihi dersleri de veren Langlois’nın, 1965 yılında açılan ve tek yabancı şeref üyesi olduğu Türk Sinemateki’nin kurulmasında da emeği büyük.

Rivayete göre sinemanın her daim özgür bir alan olarak kalmasını savunan Langlois’nın Türkiye’ye dönmeyi reddetmesinin arkasında yatan en büyük sebep Yılmaz Güney’in o dönem hapiste olması. Ne kadar doğrudur bilinmez ama Langlois’nın beyazperde tutkusunu düşündüğümüzde gayet geçerli bir sebep gibi görünüyor.

1974 yılında, Sinematek’te yaşamı boyunca yaptığı çalışmalar nedeniyle Akademi tarafından Onur Ödülü’ne layık görülen Henri Langlois’yı biraz daha yakından tanımak isterseniz Jacques Richard’ın hazırladığı Henri Langlois: Phantom of the Cinematheque (2004) belgeselini izleyebilirsiniz.

Eylül ayında İzmir’de ilki düzenlenen Akdeniz Sinema Günleri ise bu büyük sinema insanına saygısını her yıl onun adına vereceği ödülle sundu. Bu sayede Henri Langlois, doğduğu şehir olan İzmir’de yaşamaya devam edecek.

Sinemanın büyük koruyucusu Henri Langlois’ya saygılarımızla…

Okumaya devam et

Genel

FUAR DEYİP GEÇME, ORADA BİR KALP ATIYOR!

Yayınlanma tarihi:

http://www.izmirhalleri.com/wp-content/uploads/2021/09/23009518-0BE8-4C74-AC5F-D87A54AFA34D.jpeg

Koskoca bir alan… Ortalık toz toprak… Yanmış, yıkılmış evlerin molozları… Yol, sokak kalmamış artık. Bir zamanlar bu mezbelede insanların yaşadığına da inanmak zor. Rüzgâresince dile geliyor sanki molozlar… 

Öyle bir mezbele ki; nasıl kaldırılır, sonra ne yapılır kimse tahmin de edemiyor. Bazı işten anlayanlar da “Ooo yıllar sürer buraları düzeltmek!” diyor. Ama atlanan bir ayrıntı var… Bu alan sıradan bir alan değil, o yıkıntılar dünyanın her yerinde görülebilecek yıkıntılar değil. Ve bu alanın “sahipleri” de öyle sıradan insanlar hiç değil.

Burası İzmir… 

Emperyalizmin işgalinden, eşi benzeri görülmedik bir millet seferberliğiyle kazanılan zaferin bedelini ödeyen şehir İzmir. 

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, 9 Eylül akşamı Belkahve’den kente bakarken iç geçirip “Bu kente kötü bir şey olsun istemem.” demişti. Ama oldu… Sömürgeci emperyalizm, İzmir’i terk ederken, şehir adeta “kim vurduya” gitmiş ve önemli bir kısmı yanmış, kül olmuştu. Tek teselli vardı muzaffer İzmir’de, o da Kadifekale’den Sarıkışla’ya, Hükümet Konağı’ndan Pasaport’a gönderlerde dalgalanan ay yıldızlı al bayrak!

Peki, ödenen bedel olan yakılan yer ne olacaktı?

Muzaffer Başkomutan ne demişti ilk İktisat Kongresi’nde?  “Siyasî, askerî zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar, iktisadî zaferlerle desteklenmezse payidar olamaz, az zamanda söner.”

Bu sözler İzmir’de “emir” telakki edildi. Zamanın Belediye Başkanı Behçet Uz düşündü, sordu soruşturdu, araştırdı ve kararını verdi. Gerekirse yine bedel ödenecek ama bu alan mezbelelik kalmayacaktı. Öyle bir alan tertip edilecekti ki, hem okul hem ticarethane hem sanat merkezi hem doğanın aynası hem de ulusal devrimin dünyaya açılan penceresi olacaktı. 

Oldu da…

Hem de öyle bir oldu ki… Dünyanın birbirine girdiği yıllarda bile İzmir Fuarı düşmanları yanyana getirdi. 

İzmir Fuarı çok kısa sürede ününü İzmir’den Ege’ye, Türkiye’den dünyaya taşıdı. Bir yaşam biçimi haline geldi. İzmir Fuar ile, Fuar İzmir’le anılır oldu. O kibirli dünya devleri sıraya girdi peş peşe. “Ben buzdolabı getiriyorum, ben televizyon getiriyorum, son model otomobil bende, kuluçka makinemi dünya tanımalı, ey ahali bakın jeneratör de benden.” yarışları başladı.

Sanatçılar için de önemliydi, çok önemliydi Fuar. Zeki Müren en şaşırtıcı kostümlerini Fuar için diktirirdi, Müzeyyen Senar,Fuar heyecanını aylar önce duymaya başlardı. 

İzmirliler, Manisalılar, Aydınlılar, Denizlililer Fuar yaklaşınca “kenara para” koyarlardı, yeni elbiseler alırlardı. Saat planları yaparlardı aralarında “Saat 3’te gireriz, hayvanat bahçesine mutlaka gideriz, sonra Palmiyeler’de iki kadehle yarım kızarmış tavuk yeriz ve gazinoya geçeriz.” 

Gazinolar dolar taşardı. Piyale önünde kuyruk olurdu upuzun. Mesele de bildiğiniz “spagetti.” Büyükler “makarna-bira” küçüklerse “makarna-Cincibir” sefası ederlerdi. 

Lunapark da özeldi… Her yıl “yeni oyuncaklar” gelir, önce binilmeye korkulur sonra da inilmezdi. Çocuklar “Ona da bineceğim, buna da bineceğim!” yaygarasıyla annelerinin eteklerini çekiştirirlerdi. Korku tüneli ilk yapıldığında “Aman diyeyim çok korkunç, şeytanın mızrağı bana çarptı!” kelamlarıyla teşvik vardı. 

Dedim ya İzmir’in Fuarı “özeldi…” “Amerikancı” vatandaşlar ABD pavyonuna giderken göz ucuyla SSCB pavyonuna bakarlardı “tanıdık komünist” görmek için. SSCB pavyonuna girenler çok ciddi yüz ifadeleriyle, ABD pavyonuna girenler de gülüşlerle karşılaşırdı. Her yıl İngiltere pavyonuna “kraliçe” gelecek diye beklenirdi.  

Yaşamdı Fuar… Öğretmendi… Kazandırandı Fuar… Barıştırandı… Buluşturandı Fuar… Doyurandı… Yüceltendi Fuar…

Fuar’ın ne anlama geldiği, çimlerin üzerindeki taşlara yıllar yıllar önce kazınan satırlarda gizlidir.

İzmir de, Türkiye de fuarın değerini, verilen İstiklal Savaşı’nınzorluklarından çıkardı. Bizim fuarımız asla başka ülkelerin “yeşil parklarıyla” kıyaslanamaz. Bunu yapanlar bilin ki, fuarımızın bulunduğu alanın hep mezbelelik kalmasını isteyen emperyalistlerin kuklasıdır. 

Daha nice yıllara Mustafa Kemal kokulu Fuarım! 

Fuar’da atan kalp, Mustafa Kemal’in kurduğu Cumhuriyet’in kalbidir!

Okumaya devam et

Genel

Yaşayan Bir Proje: Olivelo Ekolojik Yaşam Parkı

Yayınlanma tarihi:

İzmir yaklaşık 4.5 milyonluk bir şehir. Bir metropol. Üzerinde yaşayan tüm sakinleriyle bir tabiat şehri. Bir metropolün sunduğu imkanlara sahip olarak doğayla iç içe yaşamak isteyenlerin yurdu. Tempo değil ahenk var ruhunda. Hırs değil uyum. Ve özgürlük var havasında, denizinde, doğasında. Ege’nin eşsiz zeytin ağaçlarıyla taçlanmış bir özgürlük. Doğaya çevrilen pedallarla her hücrede hissedilen türden.

Olivelo – İzmir Kent Çeperinde Ekolojik Ortak Yaşam Alanı da bu hissin bir parçası. Proje, kadim üretim havzalarını koruyan, ortak yaşam odaklı, doğadan öğrenmeyi benimseyen, yerel hafızanın aktarımını önemseyen bütüncül bir bakışın ürünü. “Nitelikli Doğal Koruma Alanı” ve “Sürdürülebilir Koruma ve Kontrollü Kullanım Alanı” statüsünde bulunan bir alanda hayata geçecek olan Olivelo, kentsel dokunun doğayla sınır olmadan bağlanmasını amaçlıyor. Bu amaç doğrultusunda ekolojik dengeyi korumayı birinci öncelik yapan projede, kadim zeytin ağaçlarına kentin selamını getirerek pedallanabilecek.

Kırsal alanın, kent ile bütünlüklü bir ekolojik ağ oluşturmasını sağlamak istediklerini belirten İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, proje hakkında uluslararası hedeflerini ve koruma kapsamını şu sözlerle ifade etti:

“Bu proje sayesinde bir yandan şehrimizin Akdeniz havzasındaki en önemli kimliklerinden birini oluşturan zeytin üretim alanlarında güçlü bir koruma sağlarken, öte yandan bu alanın Avrupa Bisikletli Turizm Ağı, EuroVelo ile entegre edilmesini mümkün kılacağız. İzmir Büyükşehir Belediyesi; dağları, nehirleri, ovaları, deltaları, kadim üretim havzaları gibi milyarlarca canlının ahenk içindeki yaşam alanlarını savunma ve koruma mücadelesini, kendimizle beraber tüm varlıklar için önemli bir görev olarak addediyor.”

Başkan Soyer’in sözünü verdiği “35 Yaşayan Park”tan biri olan Olivelo Ekolojik Yaşam Parkı, Cittaslow metropol sürecinde İzmir’deki karbon salımını azaltmak ve doğa dostu ulaşım araçlarına teşvik etmek için de önemli bir rol oynuyor.

Yerel halkı ve toprağı tanıyarak bölgenin ruhunu kavramak, Olivelo projesinin yaşayan önceliklerinden. Projenin ağırlık merkezi de tam olarak bu anlayışta. Bölgeyi kendi haline bırakarak müdahale etmek ve bir şeylerin sıradan olmasını göze alarak ilerlemek… Çünkü doğaya yapılan her bir somut etki iz bırakır. Ve biz doğayı olduğu gibi, kendi halinde seviyoruz. Ekolojik denge sağlanırken tabiatı anlamak bu noktada büyük önem taşıyor. İzmir Büyükşehir Belediyesi de bu bilinçle kent ve kırsal kesimi doğada birleştirmeyi, merkez ile çeper arasındaki kalın çizgileri inceltmeyi amaçlıyor.

Olivelo Ekolojik Yaşam Parkı, kapsamı ve amaçlarıyla tam bir İzmir projesi. İçinde doğayı, sevgiyi, özgürlüğü, üretimi, huzuru barındıran; 57 hektarlık saydam bir geçiş noktası.

Nedeni ise çok basit. Çünkü İzmir böyle bir şehir.

Okumaya devam et

POPÜLER